27 Haziran 2008 Cuma

Geçen, geçmeyen, geçemeyen günler...

Bir blog bu kadar uzun süre başı boş bırakılmamalı biliyorum. Ama doğrusu ben ruhen yorgun günler geçirdim bu arada.

Önce kaldığımız yerden başlayalım...

17 Mayıs' ta İzmir'e gittik ve ilk şokumuzu bahçemizi görünce yaşadık. Çünkü ağaçlarımız beklediğimizden kötü durumdaydı, dikimden dolayı hasar azdı 4-5 ağaç kurumuştu sadece. Ancak tam da o günlere rastlayan sıcaklarda iyi bakılmadıkları için bazıları boynunu bükmüş son nefeslerini vermek üzereydi ve bahçemizi emanet ettiğimiz kişi bu durum için sadece bahaneler sıralıyordu. İlk iş kendisi ile yolları ayırmak ve işe el koymak oldu. Orda bulunduğumuz günler boyunca sulama işini kendimiz yaptık ve bu arada damlama sistemdeki bazı küçük sorunları farkettik. Bir yandan bunları hallederken bir yandan da bir inşaat firması ile ev için görüştük ve bize yapılacak işler için teklif vermelerini istedik.

Ben en yakın arkadaşımın düğünü için 19 Mayıs günü İstanbul'a dönüş yaptım. Eşim ise ailesinin bazı sağlık sorunlarıyla da ilgilenmek üzere bir süre daha orda kaldı. Kalmışken de tabii ki bahçeye bakacak birini aradı durdu. Kaç kişiyle görüştü tam olarak hatırlamıyorum sanırım 7-8 olmuştur. İstediğimiz tek şey haftada 2 gün günde 2 saat bahçenin sulanması, o da damlama sulama ile. Memleketin uyanığı mı çok yoksa biz dışardan bakınca enayiye mi benziyoruz bilemiyorum. Asgari ücretin aylık net 500 YTL'den az olduğu bir ülkede sadece haftada 4 saatlik bir iş için bizden istenen fiyatlar aylık 300-500 YTL arasındaydı. Biz bu iş için 200-250 YTL fiyat biçmiştik ama bu kadarını beklemiyorduk. Bir çok tanıdığımızın bahçesine ayda 200 YTL'ye tüm bahçe işlerini yapan ve en az 2-3 gün tüm gün çapa vs yapan insanlar çalışıyor. Biz bahçe işi de istemedik sadece ve sadece sulama. Ayrıca her gelene de diyoruz ki bakın bizim sonra yanımızda devamlı yaşayacak bir aileye ihtiyacımız var birbirimizden memnun kalırsak sizi yanımıza alırız. Evinizi, elektriğinizi, suyunuzu, sigortanızı yaparız bizimle çalışırsınız. Ama Türkçe söylememişiz herhalde millette tık yok. Kıran kırana pazarlıktalar bizimle. Tüm bu pazarlıklar boyunca ben uzaktan telefonla, eşim ise orda naklen çıldırdı.

Artık İstanbul'a dönmesi lazım ama bahçeyi sulayacak birini de bulmak şart, en sonunda birini buldum diye aradı. Adam 250' ye tamam demiş. Eh bizim de artık düşünecek zamanımız yok. İşi adama verip döndü bizim ki. Ama çilemiz bitmemiş ki izleyen 2 gün boyunca bu sefer beraberce telefonun ucundan çıldırdık. İnsanların ahlakai değerlerini bu kadar yitirmiş olması, bu kadar hazırcılığa alışması inanılmaz. Herkes çalışmadan para kazanmak peşinde. Kimse ama kimse hakederek ekmeğimi kazanayım demiyor. Anlaştığımız şahıs da böyle yaptı. Sulamaya gittim deyip gitmediğini yakaladık önce. Sonra kendi de itiraf etti gitmediğini. "Uzak zor gidiyorum" dedi. (merkeze 3,5 km ve ben bile yürüyerek rahatça gidebiliyorum bu yolu. Ama zaten yürü demiyoruz çünkü belediye otobüsü de var) Sonra bize "siz bana 2 aylık avans gönderin motor alayım" dedi.

Allahım ya sabır dedik. Sonuçta adam baştan beri nereye geleceğini biliyordu, ona göre anlaşmıştık. Madem uzaktı biz ordayken deseydi ki mesela "ben gelirim ama burası uzak şu kadar da yol parası isterim" ya da ne biliyim "ben gelemem burası uzak". Bi de üstüne giderim sulamaya demiş gitmemiş. Nesine nasıl güvenicen de peşin peşin para vericen. "Tamam" dedik "arkadaş sağol, sen gitme, zaten uzakta gelmiş, biz kendi işimizi hallederiz". Kaldık yine ortada. Bir kaç telefondan sonra bir ahpabımız o günlerde işlerinin rahat olduğunu birini bulana kadar sulamayı yapabileceğini söyledi. Sağolsun yaptı da.

Allahtan 1 hafta kadar sonra damlama sulamayı yaptırdığımız tesisatçı ile konuşurken eşim durumdan bahsedince. Kendi yanında çırak olarak çalışan çocuğun paraya ihtiyacı olduğunu onun yapabileceğini söyledi. Anlaştık ve başladı. Fakat bize dank etti ki kimseye iş emanet edemeyeceğiz. İnsanlara bu kadar, yani bir bahçeyi sulatacak kadar, bile güvenemeyeceksek ev mev yaptırmak ancak hayal olabilirdi.

Tüm bu güvensizlik bizi sarmalamışken görüştüğümüz inşaat firmasından da teklif geldi. Teklif geldi ama bize de fazla geldi :) Firma oldukça iyi referanslara sahip ama verilen fiyatlar biraz fazla. Fakat biz de öyle bir ruh halindeyiz ki. Boş ver firmayı biz kendimiz yaptıralım desek kafamızda koca bir soru işareti "biz bahçe bile sulayacak adam bulamadık inşaat yaptıracak güvenilir adamı nerde bulacağız?" Ama bir yandan da kıt kaynaklar vaziyeti mevcut. Olsa dükkan senin ama bizim de çapımız belli. Zaten güvensizlik içinde çırpınan bünyemiz de bir gitgeller serisi başladı. Kararsızlığın zirvesindeyiz. O mu bu mu derken eşimin işleri bastırdı. O işlere dalıp bu havadan kurtuldu ama ben boğazıma kadar batmışım. Bi de üstüne yerimize mıhlanmışız ne gidip kararımıza katkıda bulunacak bir adım atabiliyoruz ne de olduğumuz yerden bir karar verebiliyoruz. Ben ise sabırsızım bir an önce birşeyler yapılmaya başlansın istiyorum. Ama nerden nasıl başlayalım desen verecek cevabım yok. Çakıldığım yerde kalmışım, bi de kararsızım, kararsızım, kararsızımm aghhh ben bir terazi burcuyum ya yapılır mı bana bu :(

Bir şeyi bu kadar çok istemenin yan etkileri böyle oluyor sanırım. Ama en sonunda baktım ne gidebiliyorum ne de kaldığım yerden yararlı bir karar verebiliyor. Eşim işine dalmış dünyayı unutmuş, olan bana oluyor. Ciddi ciddi depreşmek üzereyim "Hooop" dedim. "Dur orda!". Ben de nedense herşey "ya hep ya hiç". Bir şeyi az sevmek, az düşünmek, az yapmak gibi becerilerim yok. Eh madem bunu da az düşünmeyi beceremiyorum o zaman hiç düşünmem gibi bir tavır gelişti. Savunma mekanizması işte... Buraya bir satır bile düşmemesinin sebebi de budur.

Son iki haftadır yine İzmir'e gitme denemelerimiz oldu :) Ama bu blogda daha çook duyacağınzı bir sebep olan "eşimin işleri" yüzünden hala gidememiş durumdayız. Ama ben durumun kendi bünyemdeki dengesizliğini kontrol altına aldığım, eh tabii biraz da gelen " nerdesin Dişi Kuş" nidalarına cevaben bu satırları yazmak istedim.

Bir de ek olarak şunu söylemeliyim ki bu blogu bir ağlama duvarına çevirmek istemedim çünkü biliyorum ki bizim kalkıştığımız iş hiç de kolay olmayacak. Kolay başlamadı kolay da gitmeyecek, devamlı bir tökezleme hali içinde olacağız. Bu yüzden hep somut gelişmeleri yazmak istedim. Ama artık şunun farkındayım ki bu hikaye sadece nerde kaça nasıl inşaat yapılırın hikayesi değil. Bu bizim güle ağlaya sürdüreceğimiz bir yolculuğun hikayesi. Ve bu yolculuk sadece maddi değil aynı zamanda manevi de bir yolculuk.

İşte böyle...

Son durumda bahçemiz sulanıyor ama sonucu gittiğimizde göreceğiz. Ancak önlemimizi kısmen de olsa aldık. Sulama sistemini haftalık programlayabileceğimiz bir düzenek için gereken parçaları aldık, gider gitmez onları monte edecek ve devreye alacağız. Eğer bu sistem sorunsuz çalışırsa biz gidip de başında durana kadar bu iş için bir adam tutmayacağız.

Ev konusuna gelince hala karar veremedik, inşaat firması mı yoksa kendimizin işe soyunması mı diye. Ancak benim çalıştığım şirketin İzmir bölge bünyesinde çalışan bir mimar ile tanıdıklar aracılığı ile görüştük. Kendisi bizi bir de kendi çalıştığı taşeronlar ile görüştürecek.

Bu süreç uzun bir süreç dostlar. Maalesef hızlandıracak şartlara sahip değiliz. Ne o kadar zamanımız, ne de paramız var. Bu yüzden burası hergün yeni gelişmelerin hızla kaydedildiği bir blog olmayacak belki ama öksüzde kalmayacak elbet. Ben burda ha bire cikcikliyor olacağım merak etmeyin ;)



NOT: Şarkı, Sevgili Sandaletli Seyyah'ın armağanı. Enrico Macias - Ma Maison (Evim)

 
Clicky Web Analytics